birlikte rakı içmek istenen kişi
ben bu başlığa üç kişinin adını yazacağım, belki de dört; abidin dino, ferit edgü ve genco erkal.
Bu ülkenin yetiştirdiği bence en büyük üç entelektüeli ve en iyi dostları aynı masada toplamayı çok isterdim. Doğunun en ücra kasabalarından birinde, bolca esintinin olduğu bir yaz akşamı, köy evinin damında ev yapımı boğma rakılarımızı yudumlarken Siyaset, edebiyat ve sanat üzerine müthiş bir sohbet etmek isterdim. Sabaha karşı sızıp, gözlerimi avrupa'nın herhangi bir şehrinde açmayı ne kadar çok arzulardım, bir bilseniz.
orada tezer özlü’yle bir kadeh şarap içmek isterdim. Ama fonda telemann’dan vivace çalacak. Ben o müziğin büyüsüne kapılmış tezer'in gözlerinde bir kıvılcım ararken bana aşklarından bahsedecek. mesela güner* beni bırakıp oyunculuğu seçti, erden* ise iyiydi diyecek, hakkında çok konuşmayacak. Hans* son aşkımdı ama benimle çok ilgilenemedi belki de ilgilenmek istemedi diyecek.
Daha bitiremediği kadehi elinden alıp elini tutacağım. Tutkulu bir öpücüğün ardından sabah kadar sevişeceğiz belki, ama o beni sevmeyecek. Her şey o pansiyon odasında, bizim kirlettiğimiz çarşafların üzerinde kalacak.
Sabah beni terk ettiğinde arkasından yine adını ilk defa ondan duyduğum bir yazarın şu sözlerini hatırlayacağım; “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”*
Bu ülkenin yetiştirdiği bence en büyük üç entelektüeli ve en iyi dostları aynı masada toplamayı çok isterdim. Doğunun en ücra kasabalarından birinde, bolca esintinin olduğu bir yaz akşamı, köy evinin damında ev yapımı boğma rakılarımızı yudumlarken Siyaset, edebiyat ve sanat üzerine müthiş bir sohbet etmek isterdim. Sabaha karşı sızıp, gözlerimi avrupa'nın herhangi bir şehrinde açmayı ne kadar çok arzulardım, bir bilseniz.
orada tezer özlü’yle bir kadeh şarap içmek isterdim. Ama fonda telemann’dan vivace çalacak. Ben o müziğin büyüsüne kapılmış tezer'in gözlerinde bir kıvılcım ararken bana aşklarından bahsedecek. mesela güner* beni bırakıp oyunculuğu seçti, erden* ise iyiydi diyecek, hakkında çok konuşmayacak. Hans* son aşkımdı ama benimle çok ilgilenemedi belki de ilgilenmek istemedi diyecek.
Daha bitiremediği kadehi elinden alıp elini tutacağım. Tutkulu bir öpücüğün ardından sabah kadar sevişeceğiz belki, ama o beni sevmeyecek. Her şey o pansiyon odasında, bizim kirlettiğimiz çarşafların üzerinde kalacak.
Sabah beni terk ettiğinde arkasından yine adını ilk defa ondan duyduğum bir yazarın şu sözlerini hatırlayacağım; “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”*