demokrat parti dönemi hükümet- basın ilişkileri
Büyük çoğunluğu ile Türk basını, vaat edilen özgürlükçü yaklaşımıyla muhalefet yıllarında DP’nin yanındaydı. CHP’yi tutan gazetelerde çalışanlar arasında bile DP’yi destekleyenler vardı.
1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.
DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.
DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.
1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.
Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.
İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.
1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.
1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.
Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.
1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.
Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.
Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.
Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.
1950’de iktidara gelmesinde önemli katkısı olan basına yönelik DP’nin iktidarının daha ikinci ayında bazı iyileştirici düzenlemelere gitmesi bu sebepten anlaşılmaz değildi. 21 Temmuz 1950’de kabul edilen yeni basın kanunu ile gazete/dergi çıkartmak için hükümetten izin almaya gerek kalmadan bir bildiri vermek yetecek, suç sayılan yazıdan dolayı gazete sahibi cezaî sorumluluk taşımayacaktı.
DP hükümeti, partisinin basın özgürlüğü ile güçlendiğini açıklasa da, basını gerektiğinde yönlendirebilme gücünü bırakma niyetinde değildi. 1951 yılının ikinci ayında, resmî basın ilanları konusunu ele alan DP Meclis Gurubundaki genel eğilim, kendilerini destekleyen gazetelere daha çok ilan verilmesi lehineydi.
DP iktidarının iş başına geçtiği ilk yıllardan 1950’li yılların sonuna kadar resmî ilan, hükümetin elinde bir çeşit ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle önemli bir güç olarak sürüp gitti.
1953 Temmuz’unda ceza kanununda yapılan bir değişiklikle kabine üyelerinin basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımların uygulanması, DP’nin hoşgörüde bir sınır çizdiğini gösterdi. 1954 seçimleri öncesinde basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren basın kanunundaki değişiklikle de hükümetin basın karşısındaki konumu güçlendi. Bu kanuna, yazıları devletin siyasî itibarını sarsan veya vatandaşların özel hayatlarına tecavüz eden gazetecilerin cezalandırılması hükmü konmuştu. Ceza kanununun kapsamına giren bu çeşit suçlar için hükümetin bunları özel bir kanunda toplayarak verilecek cezaları ağırlaştırması, basın özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtladı.
Böylesi bir ortamda, 1954’ün son ayında, mesleğin önemli isimlerinden seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetede yazdığı bir yazıdan dolayı milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak hapse atılması, basına istendiğinde işin nereye kadar vardırılabileceğini göstermesi açısından bir “gözdağı” idi.
İstanbul’da patlak veren 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, yönetimce olaylarda payı olduğu düşünülen basına karşı yeni yasaklar getirdi.
1956 yılının ortasında, TBMM’den geçen iki kanunla basına getirilen kısıtlama daha da arttırıldı. Eklenen yeni maddelerde ve yapılan bazı değişikliklerdeki muğlak ifadeler yasaklamanın kapsamını genişlettiğinden, bundan sonraki süreçte bazı gazetelere dava açıldı, kimi gazeteciler de kovuşturmaya uğradı. Gazetecilere ileri sürdüğü iddiayı “ispat etme” hakkı da verilmediğinden dava edilen gazetecilerin sayısı çoğaldı.
1958 yılı ortalarında Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam’ın, Başbakan Menderes’le olan ve önceden planlanan görüşmesi gerçekleşmeyince, kötü izlenimle ülkesine dönen Pulliam’ın gazetesinde çıkan yazısı, Türkiye’de gidişatın tehlikesi üzerinde oldu.
Bu yazıyı Türkiye’deki bir çok gazetenin çevirerek yayımlaması, hükümetin o gazeteler aleyhine 1959-1960 yıllarında bile devam eden ve “Pulliam Davaları” diye ün salacak davalar açmasına itti.
1960 Nisan’ında özel kanunla kurulan Meclis Tahkikat Komisyonuna, gazete ve dergilerin basımı ve dağıtımının önlenmesi, hatta yayının kapatılması yetkisi verildi. Kısa bir süre sonra da, TBMM’deki görüşmelerin yayınlanmasına yasak getirildi.
Basın, 21 Mayıs 1960’taki Harp Okulu öğrencilerinin hükümet aleyhindeki yürüyüşünü haber yapmak yerine, uygulanan sansür dolayısıyla Güney Kore’de Başkan Rhee’yi devirmiş olan öğrenci olaylarına geniş yer verdi.
Basından başka radyo da, dönemin en etkili iletişim aracıydı. Sayısı her geçen zaman artan radyo, iktidarla muhalefeti karşı karşıya getiren önemli bir sorundu.
Hükümete göre, radyo devletin ortak malıydı ve hükümet bu yayını ülke çıkarına kullanırdı. Muhalefet ise kendilerine radyodan yeterince yararlanma fırsatı verilmediğini ileri sürmekteydi. 1957 genel seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra, hükümetin basınla arasının açılmasına koşut olarak, Demokrat Parti radyoyu, başta Vatan Cephesi yayınları olmak üzere “partizanca” kullandığı iddiasını hak verdirecek boyutlarda tekeline almıştı.