Üniversitelerin iktisat ve idari bilimler fakültesinde yer alan. İçinde genel olarak sosyal politika İş hukuku , sendika , çalışma sosyolojisi ve psikolojisi vb vb dersleri barındıran lisans bölümü. Eğer bu bölümde okumaya karar verdiyseniz çeko mu? O ne? Çevre korumaaa? Çevre mi ? Gibi saçma sapan sorularla karşılaşmaya hazır olun
son zamanlarda çok fazla tartışılan bir gündem maddesidir. özellikle doların fırlaması ile kendini iyiden iyiye belli etmiştir. yapılan zamlar krizin en açık göstergesi haline gelmiştir. her ne kadar hükumet düzelecek politikası ile gitse de tüik verileri dış borcun gerçekten çok büyük miktarlarda olduğunu göstermektedir.
2017 itibari ile insanların alım gücünün ne kadar düştüğünün farkında olmayan yoktur sanıyorum?
Kapımızda olan kriz.
ufaktan geliyor arkadaşlar 2008 deki gibi bir durum. amerika borsasında olaylar var.güne dünya genelinde ekonomik bir krizle uyanabilirsiniz.

haber linki
nakit paranın değer kaybetmesi sebebiyle 01 ocak 2018 de başlamış krizdir. yakında televizyonlardan gelecek haberlerle bunu göreceksiniz okuyacak duyacak ve iliklerinize kadar hissedeceksiniz çünkü çok kişinin canı acıyacak..
DP iktidara geldiğinde devlet mülkiyeti ve serbest girişim ikileminde, ikincisine yönelik bir dizi ekonomik düzenleme zaten yapılmış durumdaydı ve bunlar iktidar boyunca DP’nin iktisat politikasının temelini oluşturdu.

Programlarına bakıldığında, iki rakip parti arasında ekonomi anlayışında temel farklılık olduğu söylenemezdi. Fakat DP, uygulamalarıyla geçmişten açıkça kopmuş ve şartlar elverdiği ölçüde liberal politikalar izlemişti. Yeni bir parti olarak DP’nin geçmiş politikalarla herhangi bir bağının olmaması karşısında, partililer kendilerini seçim vaatleri olan kapitalist kalkınmayı cüretli ve süratli yerine getirmeye mecbur hissediyorlardı.

DP iktidarı, bazı kanunî düzenlemelerle özel sektörü desteklemeye istekliydi. Buna karşılık yerli işadamları ve sanayiciler henüz gelişmemiş bir toplumsal sınıfı temsil ettiklerinden kendilerine sunulan devlete ait teşekkülleri satın almada ve yeni sanayi yatırımlarını genişletmede istenen inisiyatifi almayarak, çeşitli kaygılar yüzünden çekingen tutumlarını sürdürdüler. Dolayısıyla, özel sektörün büyümesi DP’nin iktidar yıllarında çok yavaş gelişti.

Ticaretle uğraşan girişimci guruplardan beklediğini alamayan hükümet, ülke sanayini büyütmek için tekrar devlet sektörüne döndü. Özellikle ulaşım, enerji ve haberleşme alanlarında kendini gösteren devlet yatırımları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregelen devletçi uygulamalara bir geri dönüştü.

1950’den önce 11; 1950-1960 döneminde 17 kamu iktisadî teşekkülünün kurulması dikkate alındığında devletçi anlayışta belirgin bir kırılmadan çok, bu yöndeki politikanın devam ettiği söylenebilirdi.

DP, başlangıçta yerli girişimciler sınıfından umduğunu bulamayınca yabancı sermaye yatırımlarına yöneldi. Ülkenin zenginlik kaynaklarını daha hızlı bir şekilde üretime açmanın yolunun yabancı sermaye ile mümkün olacağı düşünülmüştü.

DP’liler iktidarının daha dördüncü ayında, devlet tekelinde olan petrol gibi kaynaklar dahil olmak üzere enerji kaynaklarının ve madenlerinin işletilmesinde, ulaştırma alanlarında ve diğer altyapı yatırımlarında yabancılara kolaylıklar sağlayan “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu”nu çıkarttı. Fakat bu kanunla sağlanan teşviklere rağmen yabancı yatırımlar, ülkenin kalkınmasına yeterli katkıyı sağlayacak boyutlara ulaşamadı.

DP’nin ekonomide asıl gelişme stratejisi tarıma dayanmaktaydı. İnsanlarının üçte ikisi toprakta çalışan ve milli gelirin yarısından biraz fazlasını tarımdan sağlayan bir ülke için bu durum çok olağandı. Hükümet, tarımda köklü değişikliğe yol açabilecek uzun süreli bir politika yerine, kısa sürede gerçekleşebilecek hızlı üretimi tercih etti.

Üretimdeki değişimi etkileyen başlıca faktör, tarımdaki makineleşme, özellikle traktör kullanımıydı. İşlenmemiş toprakların tarıma açılmasına imkân veren traktörler ekili alanları DP iktidarının son yılında neredeyse iki katına çıkarmıştı. Tarıma odaklı fon kullanmaya izin veren Marshall Yardımları da tarım makinelerinin ülkeye girişini kolaylaştırmıştı. Motorlu taşıtlar ile ürünlerin pazara ulaşımını kolaylaştıran karayolları sayesinde, köylüler zenginleşti. DP’nin on yılı kırsal kesim için altın yıllardı.

DP, toprak reformu konusunda daha önce beliren görüşlerden ayrıldı. Geniş toprak sahipliğini koruyan mülkiyet rejimi büyük ölçüde korundu. Yeterli olmayan topraklarında varlık gösteremeyecek köylüler ise ya tarımda “emekçi” oldu ya da işgücü fazlalığından kentlere göç etmeye başladı.

Kentlere göç olgusu da, hükümetin karşısına yeni sorunları getirdi. İstanbul, Ankara ve bazı büyük kentlerde gecekondulaşma başlarken, temelde işsizlikten kaynaklanan suç oranlarında artış oldu.

DP hükümetine yöneltilen en ciddi eleştiri, iktisat idaresinde uzun vadeli perspektifin olmamasıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra askerî rejimin ilk işlerden olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”nı kurması bu yöndeki açığı giderme girişimiydi. DP iktidarının ilk dört yılında ortalama yüzde 13 oranında bir büyüme yaşandı. Ancak, ülke ekonomisinin belli temellere dayanmayan yanını gösteren durgunluk kendini 1954’te göstermeye başladı ve büyüme oranı yüzde 10’a geriledi. On yılın sonunda da bu oran yüzde 4’e düşmüştü.

1950’li yılların başındaki hızlı büyümenin nedeni tarım alanındaki hareketlilikti. 1953’ten itibaren devletin başka alanlardaki (karayolları yapımı, baraj ve fabrika temellerinin atılması gibi) artan yatırımlarına karşın, tarım sektörüne yönelik hemen aynı ağırlıkta devam eden iktisadî politika, DP’nin artık siyasette önemli etkiye sahip köylü kesimini bir “seçmen kitlesi” olarak gördüğünü ortaya koymaktaydı

Bu durum, sübvansiyon, ürünleri pahalı fiyata satın almalar, ucuz tarım kredisi, tarıma dayalı gelirlere vergi muafiyeti gibi bazen şartları zorlayarak gerçekleşen popülist politikalara yol açtı. Köylü kesimini memnun etme iktidarda kalmayı sağlamlaştıran bir yol olduğu görüldü.

Diğer taraftan devlet gelirlerinin azalmasına yol açan bu politika, özellikle devlete bağımlı sabit gelirli memurları olumsuz yönde etkiledi ve kentli muhalefet her geçen gün arttı. 1954’de baş göstermeye başlayan ekonomik durgunluk karşısında hükümet çıkartacağı sert kanunlar ve çeşitli tedbirlerle güveni yeniden sağlama girişimlerinde bulundu. 1956’da fiyatları narh uygulamasıyla denetlemeye iten “Millî Koruma Kanunu” Meclisten geçti.

Bu süreçte Türkiye ekonomisi, karşılıksız verilen veya satın alınan traktör ve başkaca araç ve makinelerin yenilenmesi, onarılması ve yedek parça için ABD’ye bağımlı hale gelmişti. 1958 yılının ikinci yarısında, Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki stratejik konumundan da büyük ölçüde yararlanılarak sağlanan dış kredi ile ödemeler dengesi geçici olarak toparlanabilse de, büyük iyimserlikle beklenen istikrarı getiremedi.

1950’li yılların sonuna gelindiğinde, hükümetin ekonomi üzerindeki denetimi oldukça zayıflamıştı.
1930’larda Türk siyasetine ve kamuoyuna egemen olan tek konu ekonomiydi. 1923 Şubat başlarında İzmir’de Birinci İktisat Kongresinin toplanmış olması, Türk lider kadrosunun ekonomik sorunların önemini kavramış olduklarını göstermektedir. Kongre Mustafa Kemal’in bir nutkuyla açılmış, Mustafa Kemal siyasal bağımsızlık kazanılmış olduğu için artık ekonomik bağımsızlığın da önemli olduğunu vurgulamıştı.

Fransız ve İngiliz delegelerine hitap edilmekteydi. Kongrede 1100 çiftçi, tüccar, işçi ve sanayici temsilci, ekonomi politikalarını tartıştı. Kongrenin bir kısım kararları, Nisan ayında yayımlanmış olan Halk Fırkası programına, Dokuz Umdeye konulmuştu.

Kongre, yerel sanayinin korunmasını istemiş, bununla beraber, yabancılara ayrıcalıklı muamele gösterilmemesi şartıyla yabancı yatırımlara karşı çıkmamıştı. Alınan birbirinden oldukça farklı kararlar, lider kadrosu tarafından, kongrenin devletin büyük yatırımlardan sorumlu olduğu karma bir ekonomi istediği şeklinde yorumlandı.

İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), Türk ekonomi siyasetinde ne kapitalist ne de sosyalist olan Yeni Türk İktisat Okulu’nun esas alınacağını açıkladı. Ancak bu yeni okulun ne olduğu çok açık değildi. 1920’lerde izlenen ekonomi politikaları, özel mülkiyet ve özel girişime dayanıyor olmaları itibariyle temelde liberaldi, ancak devletin müdahale etmesi açısından liberal değildi. Büyük yatırımlar söz konusu olduğunda devlet müdahale ediyordu.

En önemli yatırımlar demiryolu inşasına ilişkindi. 1923-1929 yılları arasında 800 kilometrelik demiryolu hattı döşenmişti ve 1929 yılında 800 kilometresi daha inşa halindeydi. 1924 yılında hükümet, ülkenin batısına hakim olan, yabancıların mülkiyetindeki demiryolu şirketlerinin bütün hisse ve ticari haklarını satın almaya karar verdi. 1930 yılında 3000 kilometrelik demiryolu hattı satın alınmış bulunuyordu, 2400 kilometrelik hat ise halen yabancıların elindeydi. Sonunda bunlar da Türk devleti tarafından satın alınacaktı.

1925’te ekonomideki bir diğer yabancı varlığının, eski Osmanlı tütün tekelinin bütün hisse ve ticari hakları satın alındı, bir devlet tekeline dönüştürüldü. Öteki bazı sektörler de tekelleştirildi.

Ülkedeki en büyük banka halen Osmanlı Bankasıydı, eski Ziraat Bankası yeniden düzenlendi ve iki yeni banka kuruldu. Bunlar İş Bankası ile Sanayi Bankası’ydı. Mustafa Kemal, İş Bankası’na şahsen ortak oldu. Hintli Müslümanların milli mücadele sırasında kendisine göndermiş olduğu bağışları bu bankaya yatırmıştı. Ama İş Bankası girişiminin etkili olmasını asıl, çok daha büyük olan İtibar-ı Milli Bankası’yla zorunlu birleşme sağlamıştı; İTC o bankayı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi Milli İktisat programının bir parçası olarak kurmuştu.

1927’de Türkiye’de 65 binin üstünde sanayi şirketi vardı ve buralarda toplam 250 bin işçi istihdam edilmekteydi, bu şirketlerden sadece 2822’si makine gücünden yararlanıyordu.

1927’de, 1913’te kabul edilmiş olan benzer yasayı temel alan ‘’Teşvik-i Sanayi Kanunu’’ meclisten geçirildi. Bu yasa yeni ve büyümekte olan sanayi şirketleri için vergi muafiyeti sağlıyordu. Lozan’da konulmuş olan kısıtlamalar 1929’da kalkınca, ithalat vergileri aşırı şekilde yükseltildi.

Bununla birlikte girişimcilik bilgi ve becerisinin eksikliği ve büyük bir piyasanın olmayışı sanayi kesiminin hızla genişlemesini önlüyordu. Türk ekonomisindeki en geniş kesim hala tarım kesimiydi. Bu kesimde savaş sonrasının ilk yıllarındaki iyileşme çarpıcıdır (1923-1926 yıllarında %90). 1927 ve 1928 yıllarındaki uzun bir kuraklık dönemi tarımı sarstı ve 1927-1930 dönemi boyunca tarım kesimindeki büyüme ancak %11 oldu.

Hükümetin mali politikaları muhafazakardı; amaçlanan dengeli bir bütçe, düşük enflasyon ve sıkı bir para siyaseti yoluyla güçlü lira idi.

Halkın satın alma gücündeki azalmanın ve hükümetin koyduğu kota ve tahditlerin sonucunda, 1929’da 256 milyon lira olan ithalat 1932’de tam 85 milyon liraya indi.

Türkiye’nin 1930’larda aşırı ticaret açığı oldu; bununla beraber Türk yurttaşlarının alışmış oldukları küçük lüks malların birçoğu piyasadan yok olmuştu. İthalatın yerini alacak özerk bir Türk sanayi kurulmasında başarılı olundu, ama bu, şeker ve dokuma üretimiyle sınırlı kaldı.

1930’da yaratılan Serbest Cumhuriyet Fırkası muhalefetiyle Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki tartışma, neredeyse sadece ekonomik siyasete ilişkindi; muhalefet liberalizmi savunuyor, İnönü’nün yönetimindeki Cumhuriyet Halk Fırkası ise ekonomide devlete daha büyük bir rol istiyordu. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 yılındaki kongresinde, devletçilik resmen yeni ekonomi siyaseti ve Kemalist ideolojinin temel dayanaklarından biri olarak kabul edildi.

Devletçilik daha ziyade, özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına geliyordu.

1932 yılında bir Sovyet heyeti Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türk sanayisinin gelişmesine ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor dokuma, demir ve çelik, kağıt, çimento, cam ve kimyasal maddeler üzerine yoğunlaşılmasını tavsiye ediyordu. Sovyetler Birliği ayrıca Türkiye’nin sanayileşme programına yardım etmek için 8 milyon Amerikan doları tutarında altın vermişti.

1933 yılında Türkiye’nin büyük ölçüde Sovyet tavsiyelerine uyan ilk beş yıllık planı açıklandı. Bunun sonuçlarından biri, Kayseri’de dev bir tekstil ‘’kombinası’’ kurulması oldu.

Türkiye’deki devletçilik siyasetinin en coşkulu taraftarları 1932-1934 yıllarında Kadro dergisini çıkarmış olan bir Kemalist genç yazarlar topluluğuydu. Kadro grubu, parti liderlerinden çok daha ileriye gitti. Toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamın her alanında devlet planlamasını savunuyor ve devletçiliği komünizm ve kapitalizme karşı uygun bir seçenek, bir çeşit ‘’üçüncü yol’’ olarak görüyorlardı.

İş Bankası genel müdürü Mahmut Celal Bayar’ın başını çektiği öteki akım ise devletçiliği, Türk sanayisi kendine yeter hale gelene kadar gerekli olan bir geçiş aşaması olarak görüyordu.

1937 yılında İsmet İnönü görevden alınıp yerine Celal Bayar getirildiğinde daha liberal bir yaklaşım benimsendi, ancak 1939’dan sonra İnönü’nün daha devletçi yaklaşımı bir kez daha egemen oldu.

Beş yıllık plan gereği iki büyük holding şirketi, 1933’te sanayiden sorumlu Sümerbank ve 1935’te madencilikten sorumlu Etibank kuruldu. Uygulamada, İktisadi Devlet Teşekküllerinin karar oluşturma süreçleri yoğun biçimde siyasal düşüncelerin etkisinde idi ve alınan kararlar çok defa ticari açıdan uygun değildi.

Türkiye, savaşta tarafsız kalmayı ve sonuna kadar savaşı dışında olmayı başardı. Ama bunun için, ordusunun barış zamanında 120 bin olan asker sayısını (resmen seferberlik olmadığı halde) 1,5 milyona çıkardı. Milli Müdafaa Vekaletinin ulusal bütçedeki payı %30’dan %50’ye çıkmıştı.

Savaş, ekonominin bütçe kesimlerinde yeni bir devlet müdahalesi dalgasına neden olmuş, devlet müdahaleleri Ocak 1940’ta çıkarılan Milli Korunma Kanunuyla meşruiyet kazanmıştı. Bu yasa hükümete, fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede neredeyse sınırsız yetkiler veriyordu.

Perakende kanalıyla gittikçe daha az ürün bulunur olmuştu. Savaşın ikinci yarısında hükümet bu gerçekliğe boyun eğdi ve fiyat denetimlerinden genel olarak vazgeçti. Türkiye’nin 1930’ların ikinci yarısında muntazam şekilde yükselen Gayri Safi Yurt İçi Hasılası savaş sırasında hızla düştü. 1950’ye kadar da 1939’daki seviyesine ulaşamayacaktı.

Savaş, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu için yaşam seviyesinde hızlı bir düşüş anlamına geldiyse de bunun istisnaları da vardı. Büyük çiftçi, ithalatçı ve tüccarlara ve devlet ihaleleriyle ruhsat işlemlerini yürüyen memurlara aşırı kar olanağı sağlamıştı. Bu savaş vurguncularına karşı çok büyük öfke duyuluyordu; hükümet bunun üzerine Kasım 1942’de Varlık Vergisini çıkardı. Vergi matrahları, yerel hükümet memurları, belediye meclislerinin temsilcileri ve ticaret odaları temsilcilerinden oluşan yerel komisyonlar tarafından tayin ediliyordu. Bu vergi hemen hemen tamamıyla büyük kentlerdeki, bilhassa da İstanbul’daki tüccarlar tarafından ödendi ve küçük gayrimüslim topluluklar, Müslümanlarınkinden daha yüksek oranlara tabi kılınarak toplam vergi gelirinin %55’ini ödediler.

1936 tarihli ‘’İş Kanunu’’, İtalya’nınkinin doğrudan bir kopyasıydı ve bu yasa sanayideki işçilere bazı güvenceler getirmiş ve işçi sigortasının bazı biçimleri için (gerçekte bu 1946 yılında başlatılacaktı) söz vermiş olmasına rağmen, işçi sendikalarının kurulmasını ve grevi yasaklıyordu. 1947’de Sendikalar Kanunu çıkartıldığı halde İş Kanunu yine greve izin vermiyordu. Türk sanayisindeki reel ücretler 1930’lar ve 40’lar boyunca düştü.
son zamanlarda çok dillendirilen durum. mart seçiminden sonra çok daha sert olacağı düşünülüyor.

(bkz: katılım bankacılığı) da buna katılır gibi 2019 yılına personel çıkartarak başladı.

bugüne kadar iş güvencesi ve hedef baskısının olmaması nedeniyle bankacılar için güvenli bir liman olarak görüler katılım bankaları da cehenneme döndü. bir katılım bankası daha çok sayıda personelini performans gerekçesiyle işten çıkarttı.

son bir aydır katılım bankacılığından 500'e yakın personel performans gerekçesiyle işten çıkartıldı. son olarak işten çıkartma işleminin albaraka'dan yapıldığı öne sürülüyor. işten atılan personel sayısı hakkında net bir bilgi elde edilemez iken, son bir haftada bu sayının 100'ü geçtiği de iddia ediliyor.

ey canım gezgin sözlük; devletin bu konuda sıkı tedbirler alması gerekir. kısa, orta ve uzun vadeli gerçekçi hedefler ile bu hedefleri tutturabileceğine dair kanıtlarla hem halkına, hem de yabancı yatırımcaya seslenmesi gerekir. oysa hükümet bunun tam tersini yapıyor. kendi halkı için kalıcı çözümler bulmak yerine geçici çözümler ile göz boyuyor. tasarruf açıklamak yerine yüksek harcamalar devam ediyor.

yabancı yatırımcının türkiye'ye gelmesi için en ufak bir çaba yok. öncelikle güven ortamı, ardından özgürlük ortamı ve bu ikisini sarmalayan hukuk ortamı lazım. tüm bunlardan sonra istikrar gerekiyor. malesef türkiye bunları vaad etmiyor, edemiyor.
Daha ilk günlerinden hissettiren, paramızı pul yapacak şekilde gelen zamlardan sonra, lüksümüzü sıfırlayan durumdur efendim.

Direnmekte zorlanmaya başladım, pandemi olmasa da pek dışarı çıkabilecek durumda değilim.